Felsefe sözcüğü, yunanca “philosophia” (bilgiye duyulan sevgi) sözcüğünden türemiştir. Bu yüzden, başlangıçta, yaşamım matematikten gök bilime, müzikten tıbba kadar uzanan geniş alandaki araştırmalara adayanlara filozof (düşünür), uğraştıkları işe de “felsefe” denilmiştir. Ama M.Ö III. yy’dan başlanarak, felsefe terimi, daha genel kanıtlarla ilgilenen bir çalışma ve araştırma çeşidini belirtmeye başlamış, daha özel görünümlerin incelenmesiyse öteki bilimlere bırakılmıştır.
Her birey, düşünmeden yaşayamadığı için, yaşamın anlamı üstüne kendine sorular sorar, bazı kavramlar (tanrı, ruh, başkası) benimser ve bazı seçimler yapmışçasına davranır. Bir başka düzlemde, insan toplumları, en eski tarihlerden bu yana, dünyanın kökeni, tanrısallığın doğası, ruhun kurtuluşu, vb. konularda ortak görüşler benimsemişlerdir. Bu bireysel ya da ortak görüşler, çoğunlukla yalnızca ileri sürülmekle kalmış, herhangi bir zeka süreciyle doğrulanmamış, bir tutarlılık
ve mantığa uygunluk kazandıramamıştır.
Felsefenin alanı burada başlar. Birtakım olumlamalar ortaya konup, bunlar arasında mantıklı bağlar kurularak, bir hareket noktası aranarak, elden geldiğince açık seçik bir dünya görüşü kurma denemesine girişildiği anda, felsefeye adım atılmış olur.
Felsefe’nin Tarihi
Felsefe, Eskiçağ’da ilk Yunan düşünürleriyle ortaya çıktı. Thales, Anaksimenos, Herakleitos, Parmenides, Zenon, Demokritos, eşyanın kaynağını açıklama çabasına giriştiler ve kaynak olarak su. hava, ateş, sonsuzluk ve atomu öne sürdüler. Onları izleyen Sokrates, insanların düşünmeden benimsedikleri davranış kurallarının, yöntemli bir inceleme ve düşünce sonucunda da geçerli kalıp kalmayacaklarının araştırılmasını istedi. Eflatun, ustası Sokrates’in yolundan yürüdü; düşüncesine göre, bir duyusal, bir de kavranabilir vardır. Kavranabilir’ in yani ideanın silik bir kopyası olan duyusaldan kavranabilire ulaşmanın yolu aşktır. Duyusaldan kavranabilire geçmekse, gölgeden gerçek olana, ahlaksızlıktan erdeme, kötülükten iyiliğe geçmek demektir. Gene aynı dönemde yetişen Aristoteles, tümdengelimsel mantığı (sınıflar mantığı) kurarak, her türlü düşünüşün her zaman için geçerli koşullarının ilk örneğini ortaya koymuştur: A ile B’nin, B ile de Cnin ilişkisinden, A ile Cnin ilişkisinin hangi koşullar altında çıkarsanabileceği. Sonra, felsefesini geliştirerek hareket bilimine, yani fiziğe, daha sonra da insan felsefesine ve ahlaka el atarak, edinilmiş bilgilerin birleşimini yapma sorununu çözmeye uğraşmıştır.
MÖ IV. yy’da Atina’da felsefe, Doğu’dan (Fenike, Suriye, Babil) gelme Yunanlılarca temsil edilmeye başlanınca, stoacılık, epikurosçuluk, kuşkuculuk (şüphecilik) diye adlandırılan felsefe okulları doğdu. Bu okulların ortak sorunu, insanoğluna dış koşullardan bağımsız, sürekli bir mutluluk sağlamaktı. Stoacılar, insanoğlunun, bir parçası olduğu evrene bağlanmakla mutluluğun sağlanacağını ileri sürdüler. Bilge kişi, yani evrene, doğaya boyuneğen, uyan kişi, tek tek nesnelere bağlandığı tutkulardan kurtularak, en yüce tanrının başkanlık ettiği evrensel sitenin üyesi olacaktı. Epikurosçular, mutluluğa, zevklerin akıllıca kullanılmasıyla varılabileceğini ileri sürdüler. Bunun için, doğal ve zorunlu olan zevkleri yönetmek, doğal ama zorunlu olmayan zevkleri benimsemek, ne doğal ne de zorunlu olan zevkleri de atmak gerekiyordu. Acılarımızın çoğu, evren konusundaki düşüncelerin yanlışlığından doğmaktaydı. Bu yanlış düşüncelerin nedeni de, yanlış bir fizik öğretisine inanılmasıydı.
Gerçek ve doğru fizik olan atomculuğa göre, bütün cisimler (hattâ ruh, tanrı), rasgele bir araya gelmiş atom kümeleriydi ve bir gün gelip mutlaka çözüleceklerdi. Dolayısıyle, ruh ölümlüydü ve ölümden de, öteki dünyadan da korkmaya gerek yoktu. Kuşkucularsa mutluluğa, iç huzuruna kavuşmanın yolu olarak her şeyden kuşku duymayı, yargı vermekten kaçınmayı önermekteydiler.
Roma imparatorluğunun son yıllarına doğru felsefeye, İskenderiye gizemciliği egemen oldu. Doğuluların boş inançlarına inanılmaya başlandı. Bu dönemde, Yunan felsefesi, Plotinos’un yeni eflatunculuğuyla son bir atılım yaptı. Bu felsefe, metafiziğe dayanıyordu. Ruhun kurtuluşu ancak, kendi kaynağını bilip tanımasıyla gerçekleşebilecekti.
Yeni eflatuncu felsefe ve Aristoteles mantığının etkilediği İslâm düşünürleri (El Kindi, Farabi, İbni Sina, İbni rüşd, vb.), İslâm inançları ile felsefe arasında mantık ilkelerine dayanan bağlantılar kurmaya çalışarak, felsefede yeni bir aristotelesçiliğin doğmasına yolaçtılar. Arapçaya çevrilmiş olan yunan ve latin yapıtlarının, ayrıca İslâm yorumcularının yapıtlarının, arapçadan yeniden latinceye çevrilmesiyle, Batı dünyasında Rönesans başladı.
Kesinliklere ulaşmak için gerekli yöntem sorununun ön plana geçtiği Batı dünyasında. Bacon, Aristoteles mantığının kesinliğe ulaşma yolunda yeterli bir araç (organon) olmadığını ileri sürerek, yeni bir araç (novum organum) ortaya koydu. Zekanın yaratıcı çalışmasının hangi düzenler içinde gerçekleştiğini araştırdı. Deneysel ve tümevarımcı mantığına göre, gerçeğe iki yoldan varılır: Duyumlarla tikel olaylardan hareket ederek, en genel önermelere varan, bu ilkelerle bunların kesin doğruluğuna dayanan ara önermeleri bulup değerlendiren yol; gene duyumlardan ve tikel olaylardan hareket eden, ama bunlardan derece derece ve sürekli olarak önermeler çıkararak en genel önermelere varan yol. Tutulması gereken en doğru yol, ikinci yoldur. Duyulardan gelen, bu yüzden de bizi yanılmalara ve önyargılara (idola) götüren bilgileri, sıkı bir denetimden geçirmek gerekir. Ayrıca, bu bilgiler, deneyimlerle, akıl yoluyla ve yöntemli bir biçimde düzene konmalıdır.
Bu arada Fransız düşünür Descartes, Bacon’ın düzenleme planını benimsemekle birlikte, başka bir yol seçerek, kuşkudan sıyrılmış kesin bir felsefenin koşullarım araştırdı. Descartes’a göre, «kuşkulanmak, düşünmektir»; öyleyse düşündüğünden kuşku duyamaz. Düşüncenin varlığını ilk gerçek olarak alır ve düşünen varlık olmasından yola çıkarak, kusursuz bir varlık bulunduğu ve bunun tanrı olduğu sonucuna varır. Sonra, kendi düşüncesinin dışında bir şeyler olduğu düşüncesini varır; böylece idealizmden gerçekçiliğe ulaşır. İkincil olan bu gerçekçilik, varlığı iki tözden oluşmuş kabul eder; bu iki töz, ruh ve madde, yani düşünce ile uzam ya da ruh ve bedendir. Beden, bütün hayvanlardaki gibi ustaca yapılmış bir otomattır, yani canlılığı ruhun varlığına bağlı değildir.
Spinoza, Leibniz, Locke, çeşitli yönlerden ayrılmalarına karşın, felsefelerini temelde anlayış gücünün birliği, insan türünün zihin bakımın dan birlik göstermesi postulatına dayandırdıklarından, Descartes’ın izleyicisi olarak düşünülebilirler. Sonra, felsefenin damgasını vurduğu yüzyıla, XVIII. yüzyıla geçilir.
Gerçekten, XVIII. yüzyıl, felsefenin hoşgörüsüzlüğe ve boş inançlara karşı birçok yazar tarafından silah olarak kullanıldığı yüzyıldır. Çeşitli yazar ve düşünürlerin savundukları ortak noktaların başlıcası. indirgeyici çözümleme tutkusudur. Condillac, başlangıçta Locke gibi, bilginin kaynaklarının duyum ve düşünce olduğunu öne sürer; sonra, bilginin tek bir kaynağı olduğunu söyler: Duyum.
Duyum, dönüşme yoluyla bellek, dikkat, düşünme, yargı, akıl yürütme gibi her şeyi açıklar. “Ben”, duyumların ve belleğin anımsattığı duyumların toplamıdır. Berkelsy, hareket noktası olarak duyumları alır; ama duyumlarla yalnızca algılarımızı bilip tanıdığımızı ileri sürer. Ona göre, maddi dünya fenomenlerden oluşur, türü ve sürekliliği yoktur. Var olan, yalnızca ruhlar ve bu ruhların düşünceleridir. Duyusal değişikliklerin nedeni, maddi eşyada ya da bizde değil, tanrıdadır.
Kant’a göre, bilgilerimizin temelini insan zihni oluşturur. Akıl, bilimsel ya da deneye dayalı bir kullanılışla sınırlanır. Pratik aklın gücünü eleştiren Kant, saf pratik aklın var olduğu sonucuna varır. Sonra, eleştirisini bütün kültür dünyasına uygular. Sanat yapıtının doğa ile özgürlüğün (ruhun) bireşimini yaptığını ileri sürer. Böylece, felsefenin temel kavramlarının ve felsefenin, ereklik kuramı aracılığıyla birleştirilmesine yönelir. Kant’ı izleyen Fichte, Schelling, Hegel ise, Kant-sonrası diye nitelenen dönemi oluştururlar. Fichte’ye göre felsefe, dünya üstündeki etkisini eğitimle ve kültürün gelişmesiyle gösterecektir. Kuramsal felsefesini tanrı sorununa değil, felsefe düşüncesinin özerkliğine dayandıran Fichte, pratik felsefesini felsefe düşüncesi ile ta rihsel gelişme arasında etkin bir bağıntı kurmaya yönelttiği için ilk çağdaş düşünür sayılır. Schelling, panteist bir düşünürdür; Kant ve Fichte’ nin biçimciliğine karşı, mutlak felsefe çağını açmıştır. Hegel’ in sistemi, mutlak’ın bilgisi, felsefenin ve insan tarihinin bize verdiği bütün deney ve yaşantıların sona erişidir; ama, tarihin ve her türlü deneyin sona erişi demek değildir. Düşünür, kendinden sonra da sürecek bir dünya tarihi bulunduğunun farkında olduğu için, tarihi gelecek bakımından değil, geçmiş bakımından sona erdirdiğini ve kapadığını ileri sürer.
Bütün bu pratik felsefeler, yüzyılda marksçılığın çevresinde gelişir. Marx, felsefeye ekonomik ve toplumsal gerçekleri ve kendini eylemle tanımlayan “gerçek” insanı sokar. Felsefenin, «dünyayı yalnızca düşünce açısından ele almak değil, çoğunluğun, yani çalışanların iktidarda olacakları bir toplumun gerçekleştirilmesi» demek olduğunu ileri sürer. Hegel diyalektiğindeki düşüncelerin savaşımının yerine, somut savaşımı koyar.
XX. yüzyıldaysa felsefe, ruhbilim ve toplumbilimin bağımsız bilimler olarak ayrılmasıyla, iki genel yöneliş göstermektedir. William James, Henri Poincaré, F. Brentano ve E. Husserl’in başlıca temsilcisi oldukları bilgi kuramı, Lavelle, Le Senne, J. Nabert (ruh felsefesi), S. Kierkegaard, Karl Jaspers, Heidegger, Sartre ve Merleau Ponty’nin (varoluşçuluk) temsil ettikleri insan felsefesi.